My site
Home | Sign Up | Log In
[ New messages · Members · Forum rules · Search · RSS ]
  • Page 1 of 1
  • 1
Forum » Maariflənmə » Dil-Ədəbiyyat » Romanlardan Alıntılar
Romanlardan Alıntılar
Pasa_007Date: Çərşənbə axşamı, 2012-08-28, 9:56 AM | Message # 1
Mayor Genearl
Group: Administrator
Messages: 312
Reputation: 0
Status: Offline
“Düş gücü, bilgiden daha önemlidir.” Einstein

Bugünü Yaşama Arzusu
“Paltolarımızı çıkarıp eğlenceye katılmıyorsak hayat gösterisinin çoğu kaçar.” (s.20)

“Nostalji ve kederin ekşi kimyasalları onu kuşatıyordu.” (s.44)

“Hayat ciddi biçimde doğrusaldı ve geri dönüşü yoktu.” (s.49)

“Bu kadar kendine acıma yeter. Sızlananlara ne diyeceğini biliyordu; bakışlarınızı dışarı çevirmenin bir yolunu bulun, kendinizin dışına çıkın. Evet yol buydu – bu pisliği altına çevirmenin bir yolunu bul.” (s.49)

“Biz talihsiz insanlar geçmiş ve geleceğin o kadar etkisi altındayızdır ki, şu anda kısaca geziniriz.” (s.104)

“Her intihar, hayatta kalanlarda bir şok, suçluluk ve öfke duyguları uyandırır.” (s.134)

“Popülarite doğru ya da iyi olanı tarif etmez, tam tersine eşitlikçidir, farkları ortadan kaldırır. İnsanın değerlerini ve amaçlarını görmek için içini araştırmak daha iyidir.” (s.172)

“Geçmişte başkalarının arkadaşlığını istediğimde, vermeyecekleri, aslında veremeyecekleri bir şeyi istediğimde, asıl yalnızlık oydu. Kimseye ihtiyaç duymamak hiçbir zaman yalnızlık değildir. Benim aradığım bahşedilen yalnızlık.” (s.210)

“Gerçekte insanlıkdışı olan şey, kendi değerimi tahminimin önemsiz olan diğerlerinin bakışına göre bir mantar gibi inip çıkmasına izin vermemdir.” (s.211)

“Sizin için savaşmaları için başkalarına güvenirseniz, kas sisteminiz dumura uğrar.” (s.326)

Irvin Yalom – Bugünü Yaşama Arzusu (Ayrıntı Yayınları)
eklemiş Sera zaman: 8:10 PM 0 yorum
Labels: irvin yalom
Perşembe, Haziran 17, 2010
Gündökümü (1975-1980)
“Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma savaşımız.” (s.7)

“Yığma semtler ‘tepkisizlerle’ dolu. Tepkisizler; düşünenleri, okuyanları, savaşanları küçümsüyorlar.” (s.15)

“İlk bakışta bir yere bağlı olmak, bir partinin, bir kuruluşun üyesi olmak yeterli görünebilir. Ne var ki fazlaca yaslanıldığında bu duygu, edilgenliğin, avuntunun, yetinmenin tuzağına düşürebilir kişiyi.” (s.17)

“Kitap, yaşamın bir parçasını oluşturuyorsa, derin bir iz bırakmışsa, söz etmemek de kadir bilmezlik olur diyoruz.” (s.57)

“Doğuramamalarına yandığınız erkekler vardır. Hele haksız yere, salt dişiliklerinden ötürü ana olabilen bazı kadınları düşündükçe, neredeyse öfkelenir insan o yasaya.” (s.59)

“Güneşin altında yeni bir şey yok sözü belki de doğrudur ama güneşin her gün yeniden doğduğu da yadsınamaz bir gerçek.” (s.72)

“Bir deneseniz belki anlarsınız; yozlaşmış bir düzende yaşamanın bellibaşlı, adlı adınca bir hastalık olduğunu. Her insanın teşhis edilmiş kişiliğinin yanısıra, sahibi olmak istediği kişiliğin de bir o kadar önem taşıdığını.” (s.77)

“Şu tavla, evde oynandı mı iyidir güzeldir de, kahvelerde bir erkeklik gösterisine dönüşür çoğu kere. Saldırganlık gittikçe artar, ürkütücü olmaya başlar; şeş-cihar, hep-yek gibi gizemli sözcüklerin de yardımıyla bir çeşit cinsel boşalım gerçekleşir.” (s.109)

“Bir dostluğu yüklenemeyecek kadar yorgunum (evet dostluk yüklenilir, hem de ölesiye.)” (s.138)

“İçinizi habire kazırsanız, yinelemeye düşmekten kaçınamazsınız.” (s.181)

“Edebiyat, bütünüyle geçmişimizdir, kendi yaşamadığımız anılarımızla da geçmişimizdir. Bir vasiyettir bize. Ya da geriye doğru verdiğimiz bir namus sözü.” (s.271)

Tomris Uyar

Uyuyan Adam
“Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar aleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bitmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca yıllık kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden başlatma makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bir yumuşak dehşet.” (s.30-31)

“Roller hazır, etiketler de. Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmişler ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır.” (s.31)

“Odan dünyanın merkezi.” (s.35)

“Düşlerine karşı ne yapabilirsin ki?” (s.73)

“Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Ötekilerin birbirine yapıştığını, birbirine sokulduğunu, birbirine sarıldığını görüyorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimsenin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmaların umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyorlar ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki…” (s.75)

“Mutsuzluk üzerine atılmadı, üstüne çullanmadı; yavaşça sızdı, neredeyse tatlılıkla sokuldu.” (s.76)

“Üç kuruşluk sığınaklarından başka, aptalca sabrından başka, seni her seferinde çıkış noktana geri döndüren bir dönemeçten başka yardıma çağıracağın bir şey yok.” (s.77)

“Varolan tek şey yalnızlık, her seferinde er geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında her seferinde yalnız kalıyorsun.” (s.78)

Georges Perec – Uyuyan Adam
eklemiş Sera zaman: 7:33 PM 0 yorum
Labels: georges perec
Cuma, Mayıs 07, 2010
Ölümsüzlük
“Nefretin tuzağı insanı hasmına çok sıkı biçimde bağlamasıdır.” (s.33)

“İşte savaşın edepsizliği: Karşılıklı dökülen kanların yakınlığı, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak birbirlerinin yüreklerini delen askerlerin şehvetli yakınlığı.” (s.33)

“Yalnızlık: Bakışlardan kurtulmanın tatlı rahatlığı. Bakışlar ezici yükler ve vampir öpücükleridir.” (s.37)

“İnsanlar arabalarda savaş alanlarındaymış gibi ölüyorlar ama modern insanın gururu otomobiller yasaklanamıyor.” (s.104)

“İmagoloji son yıllarda ideolojiye karşı radikal bir zafer kazandı. Bütün ideolojiler yenilgiye uğradı: Sonunda doğruların maskesi düştü ve hayal olduğu ortaya çıktı.” (s.180)

“Haberleri dinlemek bir sigara içip atmak gibi bir şey.” (s.36)

“Trajedilerin vazgeçilmez koşulu nedir? Değeri insan yaşamından daha yüksek kabul edilen ideallerin varlığı. Ya savaşların koşulu nedir? Seni ölmeye zorluyorlar çünkü yaşamından daha değerli bir şey olduğunu kabul ediyorlar.” (s.137)

“Derin anlaşmazlıkları olan iki insanın birbirini sevebileceğini söyleme sakın. Çocuk masallarıdır bunlar. Düşüncelerini kendilerine saklasalar ya da önemlerini azaltmak için şakalaşır gibi konuşsalardı sevebilirlerdi belki birbirlerini.” (s.138)

“Aslında savundukları görüş o kadar önemli değil onlar için. Ama o görüşü ben’lerinin bir niteliği yaptıklarından ona gelebilecek her zararı yüreklerinde açılmış bir yara kabul ederler.” (s.139)

“Büyük uygarlık, tarih adı verilen Avrupa sapkınlığının kızıdır.” (s.139)

“Savaş ve kültür Avrupa’nın iki kutbudur. Göğü ve cehennemi, gururu ve utancı. Ama onlar birbirlerinden ayrılamazlar. Biri bitince öteki de bitecektir.Birlikte kaybolacaklardır. Avrupa’da elli yıldır savaş olmamasının nedeni gizemli bir biçimde yine elli yıldır bir Picasso yetişememesine bağlıdır.” (s.139)

“Başkalarını niçin sıktığımızı, hangi yanımızın onlar için sempatik geldiğini, hangi yanımızı gülünç bulduklarını hiçbir zaman bilemeyiz; kendi imajımız bizim için büyük bir sırdır.” (s.142)

“Felaket hiçbir zaman yalnız gelmez.” (s.148)

“Aşkta umutsuzluğa düşmek ne kadar kolay.” (s.148)

“İnsanın pençesini göstermesi gereken anlar vardır.” (s.149)

“Tanım olarak duygu, içimizde bizden habersiz olarak ve biz istemeden ortaya çıkar. Onu hissetmek istediğimizde duygu artık duygu değildir. Duygunun taklididir, gösteriştir.” (s. 217)

“Cinselliği özgürleştirmekle övünen ve romantik duygularla alay eden 20.yy, aşk kavramına hiçbir yenilik getirememiştir. Bu yüzyılın yıkımlarından biri de budur.” (s.220)

“Müzik: Ruhu şişiren bir pompa.” (s.227)

“Yollaz manzarada kaybolmadan önce insan ruhunda kayboldu; insan artık yürümek istemiyor ve yürümekten zevk almıyor. Yaşamı da artık bir yol olarak değil, karayolu olarak görüyor. ” (s.247)

“En ilkel saptamalar her zaman en şaşırtıcı olanlardır.” (s.258)

“Romanın en büyük talihsizliği dramatik gerilimdi. Çünkü her şeyi, en güzel sayfaları, en şaşırtıcı satırları ve gözlemleri, daha önce olup bitenlerin anlamının yoğunlaştığı son çözüme götüren basit bir yola dönüştürüyor. Kendi gelişiminin ateşiyle tükenen roman bir saman çöpü gibi yutuluveriyor.” (s.264)

“Roman bir bisiklet yarışına değil, çok çeşitli yemeklerin sunulduğu bir şölene benzemelidir.” (s.264)

“Utancın temelini oluşturan bizim yaptığımız bir hata değildir. Seçmediğimiz bir duruma düşmüş olmaktan dolayı küçük düşmek ve bunu herkesin görmesidir utancın temeli.” (s.274)

“Kuşkusuz çocuk hakları bütün öteki hakların üstündedir.” (s.276)

“Eskiden dünyayla uyuşamayan ve onun sıkıntılarını da acılarını da paylaşamayan insanlar manastıra girerlerdi. Ama çağımız insanlara dünyayla uyuşmazlık içinde olmayı yasakladığından manastırlar da bitmiştir. Dünyadan ve insanlardan uzak yerler yoktur artık.” (s.285)

“Yaşamak: Dünya adına acılı ben’i taşımak. Ama var olmak mutluluktur. Var olmak, evrenin ılık bir yağmur suyu gibi içine düştüğü çeşmeye, taş bir havuza düşmektir.” (s.286)

Milan Kundera – Ölümsüzlük
eklemiş Sera zaman: 8:01 PM 0 yorum
Labels: milan kundera
Cuma, Nisan 02, 2010
Sırça Fanus
“Tıpkı bir hortumun merkezindeki nokta gibi durgun ve bomboş, çevremdeki hayhuyun içinde yuvarlanıp gidiyordum.” (s.6)

“Birinden hiçbir şey beklemeyince asla düş kırıklığına uğramaz insan.” (s.62)

“Bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere öpücüklere ve akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi.” (s.88)

“Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra özel bir totaliter devletin kölesi gibi duyuları körlenerek yaşayıp gidiyordu.” (s.89)

“Dünyadaki en güzel şey gölge olmalıydı. Gölgenin milyonlarca kımıldayan şekli ve çıkmaz sokakları. Büro çekmecelerinde, dolaplarda, bavullarda hep gölge vardı. Evlerin, ağaçların, taşların altında ve insanların gözlerinin, gülümsemelerinin ardında da gölge vardı. Ve dünyanın gece tarafında kilometrelerce gölge vardı yine.” (s.152)

“Nefret ettiğim bir şey varsa, o da insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup iyiyim demenizi beklemeleridir.” (s.183)

Sylvia Plath – Sırça Fanus (The Bell Jar)
eklemiş Sera zaman: 3:07 PM 2 yorum
Labels: sylvia plath
Perşembe, Nisan 01, 2010
Milenyum İnsanları
“Hafızanın aldatıcı bir tuzak olduğunu iddia ederdi, ruj izi silinmiş bir bardakta önceki geceden kalmış tortular gibi.” (s.11)

“Siyah çok duygusal bir renktir. Her türlü saçmalığı onun ardında gizleyebilirsin.” (s.52)

“Amerika Hollywood’u yarattı ki insanlar hiç büyümek istemesin. Bizim global sorunlara ilişkin kaygılarımız, depresyonumuz, orta yaş pişmanlıklarımız var. Onların ise Hollywood’u.” (s.52)

“Turizm büyük bir uyuşturucu. Devasa bir güven numarası ve insanlara yaşamlarında ilginç bir şey olduğu gibi tehlikeli fikirler veriyor. Var oluş biçimlerindeki her yükseliş aynı havaalanlarına ve tatil köylerine, aynı hindistancevizi ve ananaslı içki saçmalıklarına taşıyor insanları. Turistler esmer tenlerine ve parlayan dişlerine bakarak gülümsüyor ve mutlu olduklarını sanıyorlar. Ama yanık tenleri onların aslında kim olduklarını gizliyor; kafaları Amerikan çöplüğüyle dolu ücretli köleler. Seyahat XX. yüzyılın bize bıraktığı son fantezi; bir yerlere gitmenin kendimizi yeniden yapılandırmamızı sağlayacağına dair bir yanılsama.” (s.53)

“Şiddet çok özel bir anahtardır. Herkes şiddeti hayal eder ve eğer çok sayıda insan aynı düşü görüyorsa, korkunç bir şey yolda demektir…” (s.55)

“XX. yüzyıl yaptığımız her şeyi, düşünce biçimimizi şekillendiriyor. Onun için söyleyebileceğimiz çok az şey var. Savaşlar, soykırım gibi, dünyanın yarısı aç, diğer yarısı da kendi ölü zihinlerinde uyurgezer bir halde. Tüm şu hipermarketlerle ve kapılarla çevrelenmiş topluluklar.” (s.62)

“Psikiyatri en iyi performansını başarısızlıklarla uğraşırken sergiliyordu, başarı karşısında değil.” (s.90)

“Bir arkadaştan daha kolay vazgeçilen bir şey olmadığını anlamıştı.” (s.115)

“Trafik kazaları genellikle insanın içindeki kötüyü ortaya çıkarır.” (s.129)

“Biz bir önceki sınıftan kalma rantçı sınıfız.” (s.133)

“Tanrı’ya inandığımızı düşünüyoruz, ama ölüm ve yaşamın gizemleri karşısında deli gibi korkuyoruz. Fazlasıyla kendimizi merkez alıyoruz ama kendi benliklerimizin sınırlılığı düşüncesiyle baş edemiyoruz. İlerlemeye ve aklın gücüne inanıyoruz, ama insan doğasının karanlık yönleri de bizi ele geçiriyor. Seks saplantımız var, ama imgelemden korkuyoruz ve sarsılmaz tabularla kendimizi korumaya alıyoruz. Eşitliğe inanıyoruz, ama alt sınıflardan nefret ediyoruz. Kendi bedenlerimizden korkuyoruz ve her şeyden önemlisi ölümden korkuyoruz.” (s.133)

“Polis şiddetinin, protestoculardan gelen direnişle değil, polisin kendi can sıkıntısıyla doğru orantılı olduğunu fark etmiştim.” (s.150)

J.G. Ballard – Milenyum İnsanları
eklemiş Sera zaman: 7:32 PM 0 yorum
Labels: j.g.ballard
Perşembe, Mart 25, 2010
Kara Prens
“Kimi şanslı çocukların, geçmişlerine dair, yerel yaşam alanı olarak andıkları bahçeleri ya da manzaraları vardır.” (s.15)

“Biz ve sanat birbirimiz için yaratılmışız ve bu bağın koptuğu yerde insan yaşamı da kopar.” (s.16)

“Hem vergi memurları, hem de diş hekimleri insan doğasında yer alan derin korkuları ortaya çıkartabiliyor. Bizlere, alınan her keyfin, yıkıcı da olsa bir karşılığı olduğunu, bu keyiflerin bize karşılıksız değil, ödünç olarak verildiğini, en vazgeçilmez melekelerimizin bile gelişir gelişmez çürümeye başladığını hatırlatıyor.” (s.17)

“Zorbalara hayır diyen insanların ve büyük sanatçıların önünde eğiliyorum.” (s.20)

“Evlilerle evli olmayanlar arasında doğal bir kutuplaşma vardır. Evli insanların içgüdüsel olarak karşımda benden ne kadar şanslı oldukları, hatta benden daha doğru yapıyor olduklarını ima eden gösteriler yapmalarına tahammül edemem.” (s.31)

“Belki de kurtuluşun sırrı burada yatıyordu. Karşındakinin yaptığı kötü hareketin ayrıntılarını görmezden geleceksin.” (s.44)

“Başka insanların hayatında gezinip duran bulutumsu bir ektoplazma olmak istemem. Herkese belli belirsiz sempati göstermek, aynı zamanda bir insanı gerçekten anlayabilmeyi de engelleyen bir şeydir.” (s.51)

“Bulanık romantik mitler sanat değildir. Sanat hayal gücüdür. Hayal gücü değişir, eriyip kaynaşır. Hayal gücü yoksa bir elinde aptalca ayrıntılar, öbür elinde boş hülyalar kalır. Sanat sonsuz sınırlamalar ve sessizlikten çıkar.” (s.52)

“Sanatçı gerçeği yansıtabileceği özel bir dili öğrenen kişidir.” (s.66)

“Kendimizi betimlemelerle savunuyor, dünyayı genellemelerle yumuşatıyoruz.” (s.83)

“İyinin zaferi diye bir şey yoktur, zafer varsa bu iyinin zaferi değildir. Gözyaşlarının kurutulması, masumların ve haksızlığa uğrayanların acılarının silinmesi diye bir şey yok.” (s.109)

“Bazı insanların sanki otomatik bir tepki haline getirdikleri saplantılı egoist kaygıları ve içlerinde saklayıp atamadıkları ukdeler vardır.” (s.126)

“Birini sevsen de onu affetmeyebiliyorsun.” (s.129)

“Kader duygusu aptalca bir köleliğe sürükleyebilir insanı.” (s.146)

“Dostlukların çoğu donmuş ilişkilerden ve gelişemeyen yarı düşmanlıklardan oluşur.” (s.173)

“İnsan denilen hayvanı en iyi kaygı duygusu tanımlıyor. Kaygılar azaldıkça, beni bütün insanlardan sıyıracak bir inziva hem özgürlüğümün, hem de geçmiş köleliğimin derecesini ölçebiliyor.” (s.183)

“Mektuplar ne kadar tehlikeli makineler. Galiba yavaş yavaş demode olmaları o kadar kötü bir şey değil. Mektuplar sonsuz kere okunabilir ve yorumlanabilir; hayal gücünü ve fantezileri harekete geçirebilir; ısrarcı olabilir, kor gibi yanan kıpkırmızı bir gösterge olabilir.” (s.184)

“Kendisini parfümlü banyo suyu gibi dünyanın üzerine boşaltarak ona hakim olmaya çalışıyordu.” (s.187)

“Elem insanda kıvılcımlar yaratmalı, kendine acıma duygusu değil.” (s.188)

“İnsan ruhu -dinde ender de olsa görülebilen o mucizeler bir yana- yalnızca aşk ve sanat tarafından işareti verilebilen bir sonsuzluğa hasrettir.” (s.210)

“Eğer amaçlanan mükemmellikse, hayat ve sanatı kesinlikle birbirinden ayrı tutmalı.” (s.213)

“Kendi zihnimizden habersiz oluşumuzun o işkence edici tuhaflığı, kendi kendimizin gizliliğinin verdiği o ayrıcalıklı rahatlık yok mu.” (s.239)

“Zaman bir kaygı, bir korkudur. Silinir gider.” (s.243)

“Kıskançlık günahların en gönülsüzce yapılanıdır. Hem en çirkini, hem de en kolay affedilebilir olanıdır… ” (s.246)

“Ruh kimi zaman öyle viran oluyor ki, yalnız adı kalıyor.” (s.254)

“Ah, insan biçiminin o zavallı dayanıksızlığı, yumurta kabuğu gibi kırılganlığı! Et ve kemikten yapılma, bu güvenilmez, çabucak kırılabilen makine, öldürürcesine kendine çeken sert yüzeyli bu gezegende nasıl hayatta kalabiliyordu?” (s.306)

“İnsan şiddetle arzuladığı bir şeye sonunda kavuştuğunda zamanın durmasını istiyor.” (s.313)

“Mutlu aşk benliği çözerek dünyayı görünür kılar. Mutsuz aşk ise saf acının açığa çıkmasıdır.” (s.342)

“Affetmek hep bir duygu gibi düşünülür. Aslında duyguların sona ermesi demektir.” (s.375)
Iris Murdoch – Kara Prens (Ayrıntı Yayınları)

Labels: iris murdoch
Çarşamba, Mart 24, 2010
Bayan “Hayatbirrüyadır”ın Yeldeğirmenleri
“Düşçü amca düşlerini pırıl pırıl yıkamış, kurulamış, saçlarını taramıştı. Onları özenle dizdi raflara. Bu işi büyük bir dikkatle yaptı. Onları özenle dizi raflara. Düşçü amca bu rafları her gün siler. Bir tek toz zerresi bile bulamazsınız. Öyle iyi bakar ki düşlerine, çocukları gibi. Bu şehrin en taze düşlerini o satar. Düşçü amcanın düşleri mis gibi kokar…” (s.9)

“Tüm patronlar gibiydi işte: Vücudundaki yağ ve beyin hücreleri birbirine ters orantılı, suyu çekilmiş bir değirmene dönmüş, yaş ve kilo kompleksi ihtiva eden, Cin Ali’nin ilk yedi cildini sular seller gibi ezberlemiş, dinazor vücutlu, kuş beyinli mitolojik hayvanlar. Bunlar hayatlarının büyük bir kısmını Teodora soyuyla geçirirler, dokuzuncu sınıf hayaller kurarlar ve Carpe Diem yaşarlar. Hayatları minyatür gibidir: hiyerarşik ve iki boyutlu. Evlerinde devasa köpekler beslerler. Beyinleri en sevdikleri ikinci organlarıdır -varsa şayet.” (s.16)

“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilirdi ki!” (s.27)

“Akıntıya kürek çekmekten, deniz görmeyen semtlerden, televizyondan, gazeteden, beraber ve solo türkülerden, yağmurlu günlerde üstüne su basınca arasından su fışkırtan kırık parke taşlarından, sıkıntılı havalardan, genelevlerden, çizik plaklardan, bozuk pikaplardan, davetsiz misafirlerden, camın ötesindeki göklere uzanan beton yığınlarından, telefon beklemekten, aşık olmaktan, sigara dumanından, güzel kitapların bitmesinden, pis kokan insanlardan, kalabalık otobüslerden, başkasına ait gazeteyi süzen gözlerden ve pastel boya takımında kullanılmayan tek renk olmaktan nefret ediyorum.” (s.48)

“Türktü, doğruydu, çalışkandı, yurdunu, milletini özünden çok severdi. Yalnız ufak bir sorun vardı. Özünün ne olduğunu bilmiyordu.” (s.48)

“Erkekler, Girl You Know It’s True diyen Milli Vanilli’lere benzerler, mumları yatsıdan önce söner.” (s.124)

“Doğunun hastalığı: Merkeziyetçilik.” (s.134)

“Alışmıştım zaten, hep zaplanan kanaldım ben, ileri sarılan bir şarkı, naftalinlenen kazak.” (s.143)

“Aşk sonsuza kadar tek ayak üstünde trombon çalmak demekti. Asla yanlış notaya basmadan ve allegro. Tabii tek ayak üstünde çalacaktı. İki ayağı ne zaman yere basmıştı ki.” (s.170)

“Aşkına hiç nokta koymasın diye ona kucak dolusu virgül getirmiş, üstelik adios kelimesini de bütün sözlüklerden silmişti.” (s.170)

“Yaşamak dönme dolap değil, daha ziyade dönme dolaplardan birine başaşağı sıkışıp dönmek gibiydi.” (s.171)

“Mutluluk uçup gittikten sonra mutluluğu hatırlamak kadar büyük bir elem daha yoktur dünyada.” (s.173)

“Sevgiden ve aşktan başka her şeyin küçüğünü severdi.” (s.181)

“En güzel romanların biteceğini düşünerek yaşayamazsınız.” (s.181)

“Aşk da gitar anfisi gibi bir şey. Çift girişli olunca çabuk bozuluyor.” (s.309)

“Hayallerini kendileri yaratamayanlar diğer hayallere aldanırlar. Onları yaratanlardan daha çok, o hayaller için savaşırlar.” (s.316)

“Hayata ciddi olmak için gelenleri görüyorum dostum. Ellerine hiçbir şey geçmiyor. Bense gönlümü hayallerimin tepelerine giderek eğleniyorum.” (s.317)

“Keşke insanın kötü günleri için joker bulunsaydı.” (s.322)

Özlem Kumrular – Bayan “Hayatbirrüyadır”ın Yeldeğirmenleri

kitap hakkında
eklemiş Sera zaman: 10:48 AM 0 yorum
Labels: özlem kumrular
Pazartesi, Mart 22, 2010
Stiller
“Gerçek bir hayat, sararmış bir albümde değil de yaşayan bir şeyde biriken bir hayattır. Tanrı bilir ya, mutlaka çok önemli, tarihe mal olmuş, unutulmaz olmak zorunda değildir.” (s.62)

“İnsanın kendi kendisiyle özdeşleşmesi. Yoksa hiç var olmamış demektir!” (s.62)

“Belki de hayat, gerçek hayat suskundur -geriye resim de bırakmaz.” (s.62)

“İnat gerçek bağımsızlığın tam tersidir.” (s.79)

“Yazmak, okuyucularla bağlantı kurmak değildir, insanın kendi kendisiyle bağlantı kurması da değildir, yazmak ifade edilemeyenle bağlantı kurmaktır.” (s.315)

“Çocukluk çağı dışında müthiş bir yılgınlık vardır.” (s.354)

Max Frisch – Stiller (YKY)

kitap hakkında
eklemiş Sera zaman: 7:54 PM 0 yorum
Labels: max frisch
Çarşamba, Mart 10, 2010
Dövüş Kulübü

“Dövüş kulübünün ilk kuralı: Dövüş Kulübünden hiçkimseye bahsetmeyeceksin.
Dövüş kulübünün 2.kuralı:Dövüş Kulübünden hiçkimseye bahsetmeyeceksin.”

“Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaş duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından, kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra hayallerinizdeki yatak. Perdeler. Halılar. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduklarınız artık sizin sahibiniz olur.”

“Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş. “

“Dünyanın en korkunç işi tuvalet kağıdının geri dönüştürülmesi olsa gerek.”

“Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur. Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım. Hiçbir zaman kusursuz olmayayım. Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan.”

“Tek dertleri ödedikleri para karşılığında etraflarında koşturup durduğunuzu görmektir.”

“Bu senin yaşamın ve her geçen dakika sona eriyor.”

“Yaşamı sevmemize ramak kalmıştı.”

“Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar. Neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.”

“Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük, ama bunların hiçbirini olamayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok ama çok kızgınız.”

“Sahip oldukların,sonunda sana sahip olur.”

“Sizler özel değilsiniz, Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz. Sizler işiniz değilsiniz… Sizler paranız kadar değilsiniz… Bindiğiniz araba değilsiniz… Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz… Sizler iç çamaşırı değilsiniz.. Sizler dünyanın şarkı söyleyip dans eden pisliklerisiniz..Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz…”

“Kendini geliştirmek mastürbasyondur, kendini yıkmak ise asıl soruların cevabı.”

“Birileri seni, hayatını kurtaracak kadar sevse bile, yine de kısırlaştırılmaktan kurtulamazsın.”
 
Pasa_007Date: Çərşənbə axşamı, 2012-08-28, 10:19 AM | Message # 2
Mayor Genearl
Group: Administrator
Messages: 312
Reputation: 0
Status: Offline

“Bütün keşif yolculuklarını İngiltere yaptığı, sömürgeleri İngiltere kurup haritaları İngiltere çizdiği için, dünya üstündeki çoğu yerin adı ikinci el İngiliz isimler. Böylece, uzayın derinliklerini ele geçirme işi hızını aldığında, bütün yeni gezegenleri keşfeden ve haritalarını çıkaranlar dev şirketler olacak. Her gezegen ilk ırzına geçen şirketin kimliğine bürünecek.”

Chuck Palahniuk – Dövüş Kulübü (Ayrıntı Yayınları)
eklemiş Sera zaman: 10:30 AM 1 yorum
Labels: chuck palahniuk
Salı, Mart 09, 2010
Issızlığın Ortasında
“Gerçek, insanın dünyayı nasıl düşlediğidir, ama hiçbir şey zaman kadar gerçek değildir (…) Zaman korkulacak tek gerçektir. Çünkü insanların unutmak için çıldırdıkları iki büyük gerçeği bağlar birbirine. Doğum ve ölüm (…) İnsanlar o iki gerçeğin arasına gerilen incecik ipin üstündedirler ve bütün çırpınışları ipten düşmemek içindir… O ip durmadan kısalır, insanlar birbirlerini boğazlar. İki uç birleşinceye kadar sürer o boğazlaşma.” (s.46)

“Kendini tanımak gibi bir vahşeti yaşadın. Kolay değildir. Yüreğindeki vahşet seni cesur biri yapmıştı.” (s.47)

” ‘Tatlı’. Ortalama, zararsız biri anlamına gelen o bayağı sıfat.” (s.73)

“Kararsızlık yanlış karardan daha kötü bir illet. Kararlı düşünceyle gerçekleşmeyen eylem ölü doğmuş bir eylemdir.” (s.84)

“Galiba biz sonu gelmiş kavramlara sığındık bu kavgada. Dünyayı değiştirecektik ama değiştirmeye çalıştığımız dünyanın ne denli değiştiğini anlayamadık. Oysa artık kimsenin kahramanlara aldırdığı yok. Kahramanların sonu geldi, soyları tükendi. Belkemiğine bir sopa ve işin bitik…” (s.114)

“İnsanın gideceği, varacağı bir yer kalmamışken içine dönmesi kadar doğal ne olabilir.” (s.194)

“Ayrıntı dediklerin Tanrı’nın bağışı bize. Ayrıntılar olmasa gerçekler de olmazdı.” (s.234)

“Soyluluk esas olarak tersyüz edilmiş vahşetten başka bir şey değildir. Belki de üzerine geçirilen cila.” (s.278)

“Çılgınlığı kahramanlıkla eş tuttunuz. Kahramanlık adına içinizdeki şiddeti, o pislikleri kustunuz…” (s.295)

Mehmet Eroğlu- Issızlığın Ortasında

kitaba ilişkin
eklemiş Sera zaman: 10:30 AM 0 yorum
Labels: mehmet eroğlu
Pazartesi, Mart 08, 2010
Eski Bahçe-Eski Sevgi
“Yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşamadığımı düşündüm. Aşkı, duyguları, özlemleri? Yoksa ben yaşanan tüm olayların bir gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim? Belki de gövdenin öldürücü acılarını gözlemci olarak taşımak daha kolay olurdu.” (s.92)

“Bir ülkenin anarşisini kim anlatabilir? Ölenler mi? Öldürülenler mi? Her gün yeni ölümleri bekleyenler mi?” (s.102)

“Kimse düşünmüyor insan varoluşunun ne çok benzerlikler gösterdiğini. Kader demek istemem. Ne çok benzerlikler! Özlem! Acı’ Öteki şeyleri anmak istemem. Büyük sözler. Büyük olaylar.” (s.117)

Tezer Özlü – Eski Bahçe, Eski Sevgi (YKY)
eklemiş Sera zaman: 8:03 PM 2 yorum
Labels: tezer özlü
Çocukluğumun Soğuk Geceleri
“Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğunan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler de hazırlanıyoruz. Neye?” (s.23)

“Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine.” (s.11)

“Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması, çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor, çarpılıyor.” (s.44)

“Bir kitapta okumuş, bir filmde izlemiş gibiyim beraberliğimizi.” (s.57)

“Bazı kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara götürüyor beni.” (s.60)

“Beton, avizeler, naylon perdeler, formika masalar yozlaşmış bir kültürü simgeliyor.” (s.64)

Tezer Özlü – Çocukluğumun Soğuk Geceleri (YKY)
eklemiş Sera zaman: 7:53 PM 0 yorum
Labels: tezer özlü
Cuma, Şubat 26, 2010
Amber Gece
“Kitap kapanmıyordu, böğürleri paramparça bir bellekle kolonlanmış omuzları öbür insanların yükünü taşımak için yaratılmış insanın adımlarıyla, sayfa sayfa yeniden yola koyuluyordu.” (s.11)

“İkisi de ortak bir şiddetin baskısı altındaydı, biri unutmanın öbürü anımsamanın (…) Birbirlerine çarpıp geçiyorlardı, yitik kalpli, iki başıboş beden.” (s.44)

“Belleği; masalı, sonsuzluğu.” (s.47)

“Ağaçların gücünü ve huzurunu seviyordu, bir de sessizliklerini ve koyu gölgelerini. Onların toprağa bağlı ve göklere doğru uzanmış olduklarını ve bulutlara doğru yükselirken toprağa daha derin kök saldıklarını bilmek hoşuna gidiyordu.” (s.48)

“Öyle bir şarkı ki, bellekte kalmaz da, alabildiğine içe akıtılmış gözyaşları gibi, yavaş yavaş kana karışır ve yüreğin en derin yerine oturur kalır. Öylesine şarkılar ki, bunlara şarkı denmez, suskunluğun en uç noktasında fısıl fısıl gözyaşlarıdır bunlar, gizliden gizliye yüreğe dalan yarı-saydam yaşlar…” (s.53)

“Müzik ve rüzgar, insanı oradan oraya gezdiren iki çok yalın güç.” (s.85)

“Savaş buydu işte, insanları bıkmadan usanmadan, doymak bilmez midesine indiren ve onları tüm varlıklarıyla mahveden bir canavar anaydı o, değişmez bir gerçekti bu.” (s.106)

“Savaş gittikçe daraltıyordu sözcüklerin sınırlarını. Sonuçta koskoca toprak parçaları, fiziki ve beşeri coğrafyanın dışına koyarak, gülünç ve felaketzede sözcüklerle belirlenen yerler olup çıkıyordu. Bağımsızlık diye haykırıyordu kimileri ve vatanı kurtarmak, onu onuruna kavuşturmak için, ateşle ve kanla savunuyorlardı ülkeyi. Uzlaşma diye bağırıyorlardı kimileri de. Ve kendilerinin olmayan bir ülkenin efendisi olarak kalmak isteğiyle, uzlaşmaya gitmeye çalışırlarken, direnişin şiddetiyle ve çılgınlaşmasıyla birlikte kendi kendileri de kangren oluyorlardı. Bağımsızlık-uzlaşma, bağıra çağıra söylenen, ama kulağa girmeyen, insansal anlamını yitirmiş bu sözcüklerle varılan yer: Cebel-batağı, bu lafların müthiş kofluğunun ağırlığını ve yalan oluşlarının yarattığı tehlikeli sonuçları özetleyen cebel-batağı.” (s.109)

“Savaşın, tüm savaşların gizli nedenine geliniyordu: Taşağa taşak. Bir onur konusu, erkekler arasında bir övünç, bir güç ve itibar sayılan belden aşağısı üzerine oynanan, sonu gelmez büyük trajedi.” (s.114)

“Düşmanların adı yoktur, katillerin adı olmaz. Adsızdır onlar, sanki zulüm ve cinayet, adlarının üstünü örtmüştür, yok etmiştir adlarını.” (s.116)

“Savaşın, yasın, acının veya utancın yaraladığı tüm insanlar gibi yıkımlarının ve acılarının boyutunda sözcük bulamıyorlardı.” (s.118)

“Yaşadığım şu an için varım ben, çok kısa bir an. Sürekli olmayan, bağlantısız, boşlukta dönüp duran onların bir ışıltısı gibi.” (s.130)

“Ulusların hep iki belleği vardır: Biri uzun sürelidir, uzadıkça uzar, bu kahramanlık ve zaferle ilgili yandır, daha da uzunu, öcle ilgili olanıdır, meşin gibi sağlamdır o, sürdükçe sürer! Bir de kısa süreli bellek vardır, çok kısa süreli, utanç ve bozgunla ilgili bellek. Bu gelişmemiş belleğin bittiği yerde, daha da duyarsızlaşmış, güdük bir bellek vardır: Anımsamaktan kaçınır, vicdanı rahatsız eden, suçluluk duyuran şeyleri yadsır.” (s.132)

“Onlar için gerçek, düşe ve düşsele bitmez tükenmez bir çağrı, serüvene, arzuya ve gezip görmeye sürekli bir isteklendirme oluyordu.” (s.137)

“Sevmiyordu insanları. İnsanoğlu kafasını kurcalıyordu. İlk hayvanlığından yarı sıyrılmış bir hayvandan başka bir şey görmüyordu onda, topraktan ve çamurdan yarı sapmış bir hayvan. Değişimi yarım kaldığı için canavarlaşmış bir hayvan.” (s.143)

“İnsanlar delilerin söyledikleri şeylere pek kulak asmazlar, onlara pek yaklaşmamaya dikkat ederler (…) Delilerin sınırları aşmada gösterdikleri pervasızlıkları ve gülünç acılarıyla yaptıkları şeyleri, tiksintiyle olduğu kadar, doymak bilmez bir açlıkla seyrederler.” (s.161)

“Belleği bir kitaplıktan çok, alabildiğine geniş bir kuşhaneyi ya da bir serayı anımsatıyordu, çünkü bir kitabı okur okumaz, bu metinlerden sürüyle sözcük üretiyordu ve bunlar onda görüntü, ses, hareket halinde değişimlere uğruyordu. Kitaplar, onda yaşamaya başlıyordu, tuhaf, hepten, beyinsel, ama derin, biraz delifişek bir yaşamdı bu.” (s.239)

“Yürek yalnız bir avcıdır. Gözü körleşmiş, öfkeden deliye dönecek kadar inatçı. Kimi zaman kendi kendini vuracak kadar mantıksız bir avcı.” (s.251)

“Tanrıya dönüp ölçüsüz ve sonu gelmez biçimde anlamsız bir umuda ya da öfkeye kapılarak haykıran yalnızca insan değildi, Tanrı da insana dönüp haykırıyordu. Tanrı da insanlardan sevgi dileniyordu.” (s.303)

Sylvie Germain – Amber Gece (Can Yayınları)

kitap hakkında
eklemiş Sera zaman: 10:47 AM 0 yorum
Labels: sylvie germain
Pazartesi, Şubat 22, 2010
Boyunayım
Ama enine olmayı tercih ederdim.
Ben kökünü toprağa batırmış bir ağa. değilim
Taşlarını ve o ana sevgisini emen
Bu yüzden büyüyemiyordum parlak yapraklara her nisan
Bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazık ki
Sanki özenle boyanmış ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi
Pek yakında bütün yapraklarından birer birer döküleceğini bilmeden
Benimle karşılaştırılırsa, ölümsüz sayılır bir ağaç
Ve bir çiçek o kadar uzun boylu değildir belki, ama kalkışmanın anlamını bilir
Bense ömrünü bir ağacın, cesaretini istiyorum bir çiçeğin.

Bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında
Ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya
Aralarında yürüdüm, hiçbiri farkına varmadan
Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
Ben de onlar gibiyim aslında-
Düşüncelerim bulanır sonra
Uzanıp yatmak daha doğal geliyor bana
Sınırı olmayan sohbet yürüyürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin.

Sylvia Plath
eklemiş Sera zaman: 12:05 PM 0 yorum
Labels: sylvia plath
Salı, Şubat 16, 2010
Bejan Matur
“Sonsuzluk ay gibi
Esirgiyor kendini dünyadan.”

“Tarihi gördük sadece, hayatı değil
Kesik gövdelerden yoruldu zihnimiz.”

“Derinlik kendine bakmasındadır insanın
Gözlerini içine daldırmasında.”

“Kalbime benziyor yaprakları ağacın
Kalbimin susuşu gibi kışın.”
eklemiş Sera zaman: 10:15 AM 0 yorum
Labels: bejan matur
Sesler
-O masalı nereden biliyorsun? Bizim şarkılarımızı nasıl öğrendin?
-Bir masal ya da şarkıyı duydum mu, o artık benim olur. Bu da benim marifetim.

Ursula Le Guin
eklemiş Sera zaman: 10:11 AM 0 yorum
Labels: ursula le guin
Pazartesi, Şubat 15, 2010
Üç Aynalı Kırık Oda
“Donarak ölmek gibidir ruhun çürümesi; için için eksilirsin, yavaş yavaş uyuşursun, hiçbir şey hissetmemeye başlarsın, sonra sen uykuya daldığını sandığında, ölmüşsündür aslında. Ölmüş olduğunu bile bilmemektir bu. Şu meydanlar, caddeler, sokaklar, ölmüş ruhlarıyla yürüyen insanlarla dolu!” (s.137)

“Can sıkıntısının da kendine göre bir ilmi vardır. İyi kullanırsan öğretici olabilir.” (s.138)

“Hayat dersi dedikleri, iş işten geçmeden farkına varmaktır yalnızca.” (s.140)

“Bazen kötü bir yol, insanı iyi bir sona ulaştırabilir.” (s.140)

Erkeklerin çoğu rüya körüdür. Rüya erkeklerin gözünden alınmıştır, onların gözleri, sahip olmak, elde etmek, mülk edinmek, fethetmek, rekabet, hırs, yarış içinde çoraklaşıp kurumuştur.” (s.144)

“Bazı kadınlar arasında kadın olmanın yetmediği büyük uzaklıklar vardır.” (s.148)

“Düşlerimin sessizliğinde yaşadım.” (s.159)

“Bu memlekette bir tek şeye güvenebilirsin: Unutkanlığa!” (s.195)

“Bazen insanlar hiç yaşamadıkları şeyleri diğerlerinden daha iyi gözlerler.” (s.198)

“Geçmişe hiç dokunulamıyor. Hatıra, zalim kudretini dokunulamazlığından alıyor.” (s.210)

“Kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. Yol insanı başkalaştırır.” (s.218)

Murathan Mungan – Üç Aynalı Kırık Oda
eklemiş Sera zaman: 2:59 PM 0 yorum
Labels: murathan mungan
Pazar, Şubat 14, 2010
Cumartesi
“Yalnızca çocuklar, aslında bebekler, her dileklerinin yerine geleceğini sanırlar; belki de diktatörlere o çocuksu havalarını veren de budur. Elde edemeyecekleri şeylere el uzatırlar. Hayal kırıklığına uğrarlarsa hiddetlenip kıyım yapabilirler.” (s.43)

“Kötü şeyler hayal etme alışkanlığı, tehlikeli bir dünyadaki doğal ayıklamanın mirası.” (s.44)

“O yalnızlık hep vardu, içinden geldiği gibi hareket etmesini engelleyen, heyecan düzeyini sınırlayan bir ihtiyattı.” (s.51)

“Güneşin doğuşu genellikle kırlarda olur, kentlerde ise sadece bir ayrıntıdır.” (s.53)

“Evlilik uyumunun bütün temellerinin özensizce tek bir an’a tıkıştırılıp tıkıştırılmadığını merak ediyor.” (s.55)

“Ulusu bir arada tutan yalnızca terör, bütün sistem korku üzerine kurulu ve hiç kimse bunun nasıl durdurulacağını bilmiyor.” (s.65)

Ian McEwan – Cumartesi
eklemiş Sera zaman: 11:52 AM 2 yorum
Labels: ian mcewan
Cumartesi, Şubat 13, 2010
Fransız Teğmenin Kadını
“Çağımızın sözde en büyük tasası, zaman kıtlığıdır: Toplumlarımızdaki zeka ve paranın son derece büyük bir bölümünü işleri daha hızlı yapmak için harcamamızın nedeni, bilime ve bilgeliğe karşı duyduğumuz çıkar tanımaz sevgi değil, budur; insanoğlunun nihai amacı mükemmel bir insanlığa değil de şimşek olup çakmaya, ışık hızına ulaşmaya çalışmaktır adeta.” (s.16)

“Çevresindekileri kurgusal karakterler olarak görüyor, haklarında şiirsel yargılarda bulunuyordu.” (s.54)

“Gözleri zekasını ve ruh bağımsızlığını gizleyemiyordu; ayrıca her türlü yakınlığı reddini ve kendisi olmaktaki kararlılığını da.” (s.113)

“Tiyatroda trajedi gayet hoştu hoş olmasına da normal yaşamda sapkınlık gibi görünebilirdi.” (s.117)

“İnsan yüreği insan beynini gaddarca bir süratle hükmü altına alır.” (s.134)

“Koruyucu renk değiştirme, yani insanın çevresiyle uyum sağlamayı öğrenerek yaşamını sürdürmesi-yaşının ya da sosyal sınıfının gereklerini sorgulamaksızın, ya da bu şekilde resmiyete sığınışını sosyolojik olarak açıklayabiliriz. İnsan böyle kılıç üstünde yürürken -her yerde var olan ekonomik baskı, cinsellikten korku, mekanist bilim akımı- kendi saçma gerginliğine gözlerini kapayabilme becerisi çok gerekliydi.” (s.135)

“Modaya karşı tümüyle kayıtsız gibi görünüyordu; buna rağmen hala hayattaydı, tıpkı yaban güllerinin sera çiçeklerine rağmen hayatlarını sürdürmeleri gibi.” (s.156)

“Dünya bir genellikse benim hep bir istisna kalacağımı buyuran bir ferman vardı sanki.” (s.159)

“Bir şeyi görmek, o şeyi kabul etmek demek değildir.” (s.161)

“Homo sapiensin trajedisi, yaşama şansı en az olanların çok fazla üremeleridir.” (s.208)

“Gizemi, güçlüğü, yasaklanmışlığın tadını yerle bir ederek, hazzı da yerle bir etmiş olduk.” (s.249)

“Her çağda, tanıkların ve yazıp çizenlerin büyük çoğunluğu eğitim görmüş sınıflardan çıkar; bu da tarih boyunca gerçekliğin azınlık tarafından saptırılmasına neden olur.” (s.249)

“İlerleme de huysuz bir ata benzer. Ya sen ona binersin, ya da o seni çiğner.” (s.264)

“Kendisini tanıyan ve eğitilmiş herkes kendini kendi çölünde bulur.” (s.271)

“Zamirler insanların uydurduğu korkunç maskelerdir.” (s.304)

“Bebek bekleyen annelerin o ağır, telaşsız yürüyüşünde bir şeyler vardır; dünyanın en yumuşak kibiri olsa bile bir kibir.” (s.384)

“Yalnızlığında sahip çıkabileceği bir şeyler vardı; toplum dışı biriydi o, diğerleri gibi olmayandı, ister aptalca olsun ister akıllıca pek az insanın alabileceği bir kararın sonucuydu.” (s.392)

“Hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ya da zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı; her ne kadar yetersiz, boş, ümitsiz olsa da katlanılmalıydı hayata…” (s.425)

John Fowles – Fransız Teğmenin Kadını (Ayrıntı Yayınları)
eklemiş Sera zaman: 10:30 AM 2 yorum
Labels: john fowles
Cuma, Şubat 12, 2010
İçimizdeki Şeytan
“Sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen, hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor.” (s.24)

“Karanlık ve karışık olmak suretiyle derin ve manalı görünmek hilesine başvuruyorlar.” (s.251)

“İnsanların en zayıf yanları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden, inanmak için çırpınan kalabalıktır.” (s.252)

Sabahattin Ali – İçimizdeki Şeytan
eklemiş Sera zaman: 11:32 AM 0 yorum
Labels: sabahattin ali
Cumartesi, Ocak 23, 2010
Güzel Görüntüler
“Kümese kapatılmış, onu da tüm evren sanan tavuklara benziyoruz. Yeryüzünde bile küçücük bir çemberin içine kapanıp kalmışız.” (s.30)

“Bir erkeğe bağlanıldığı sanılır; oysa kendi herhangi bir düşüncene, bir özgürlük ya da beklenmedik bir olayın görüntüsüne, seraplara bağlısındır.” (s.38)

“Her an için kendi kendinin dostu ve sıcak yuvası olmak…” (s.41)

“Yakında teknik, doğanın kendisi gibi görünecek ve tümü ile insanca olmayan bir evrende yaşayacağız.” (s.47)

“Müzikte dile getirilen o soylu üzüntülerle hiç ilgisi yok gerçek üzüntülerin.” (s.76)

“Kardeş ruhlar öyküsüne kitaplardan başka bir yerde rastlanır mı?” (78)

“Niye çoğu kez, bazılarının zevki, başkalarının gözyaşlarıyla son bulur?” (s.94)

“Bir intihar olayı okuyunca, insana buz gibi ter döktüren şey, pencerenin demirlerinde asılı duran narin ceset değil, intihardan hemen önce o kalpte olup biten şeydir.” (s.98)

“Yaşantımız tek başına taşımak zorunda olduğumuz, pek çok tehlikelerle karşı karşıya kalan, dayanıksız bir yapıttır.” (s.113)

“Sessizliğin değil, boş anlamsız sözlerin verdiği o huzursuzluğu; nezaket perdesi altındaki bu boşluğu ve mesafeyi göremiyor muydu?” (s.161)

Simone De Beauvoir – Güzel Görüntüler
eklemiş Sera zaman: 10:00 AM 1 yorum
Labels: simone de beauvoir
Cuma, Ocak 22, 2010
Açlığın Biyografisi
“Halkının sözde eşsiz niteliğiyle kafamızı ütüleyen her ulusun, açlık çevresinde kurulmuş bir denklemi vardır.” (s.14)

“Senden asıl beklenen yaşıtlarına benzer davranmaktı.” (s.19)

“Ben çağlayandım, varlıktım, varlık olmamanın kökten yokluğuydum, sularının en kabarık olduğu andaki ırmaktım, yaşamı dağıtandım, yakarılması gereken güçtüm.” (s.24)

“Tanrısal besin çikolatadır. Yalnızca Tanrı’ya inanmak için değil, aynı zamanda onun huzurundaymış gibi duyumsamak için insanın ağzında en iyisinden bir parça çikolata bulunmasu yeterli değil miydi? Tanrı çikolata değil, çikolatayla onun değerini anlayabilecek bir damak arasındaki buluşmadır.” (s.26)

“Suratlarındaki zoraki tatlılık ayrı bir hainlik belirtisiydi.” (s.27)

“Gizemli konuları işleyen metinler, dinmek bilmeyen susuzluklarla dolup taşar.” (s.36)

“Roman denilen o zevk ve hüzün aynaları…” (s.57)

“Amerikalılar ve Fransızlar, bir insanın Amerikalı ya da Fransız olmamasına her zaman şaşırırlardı.” (s.71)

“İnsan tek bir sözcük yüzünden yaşamını mahvedebilirmiş.” (s.95)

“Batan gemiden kurtulan birinin bir sala sarılması gibi, biz de okumaya sarılmıştık.” (s.117)

“Anlamamak, yazı yazmak için bulunmaz bir mayadır.” (s.146)

Amelie Nothomb – Açlığın Biyografisi

kitap hakkında
eklemiş Sera zaman: 1:46 PM 0 yorum
Labels: amelie nothomb
Salı, Ocak 19, 2010
Deniz Feneri
“Altı yaşındayken bile bir duygusunu ötekinden ayrı tutamayan; gelecek günlere yönelik tasarıların gölgesini hem sevinçleri, hem üzüntüleriyle, yaşamakta olduğu an’ın üstüne düşüren o çoğunluktandı; çünkü bu kimseler için daha küçücük bir çocukken bile herhangi bir yeni heyecan, doğduğu an’ı, ister verdiği ferahlık, ister bunaltısı ile öteki anlardan ayırıp tek başına vurgulayacak güçtedir.” (s.15)

“Yaşam çetindir; en parlak umutlarımızın söndüğü, çürük teknemizin karanlıkta yok olduğu o efsane ülkesine geçiş de her şeyden önce yüreklilik, doğruluk, tüm acılara dayanma gücü isteyen bir geçiştir.” (s.16)

“Zihinden geçen düşünceleri izlemek, not edilemeyecek kadar hızla konuşan bir sesi izlemek gibiydi.” (s.39)

“İnsan bir ekspreste giderken okuduğu sayfadan başını kaldırıp pencereden dışarı baktığında, gözüne ilişen bir çiftliği, bir ağacı, bir bölük kulübeyi, nasıl okumakta olduğu şeyin resmiymiş gibi, o şeyi doğruluyormuş gibi görür ve ondan sonra, nasıl güçlenmiş, güven bulmuş olarak önündeki kitaba dönerse, öylece ona da, birbirinden hiç ayırt etmeden baktığı karısı ve çocuğu ona güç ve güven verdi.” (s.49)

“İki bin yıl nedir ki? Gerçekten de bir dağ tepesinden aşağı, çağların sonsuz bozkırlarına şöyle bir bakarsanız, bu iki bin yılın ne değeri olurdu ki? Ayakkabınızın ucuyla vurup fırlattığınız taş parçası bile Shakespeare’den daha çok yaşayacak.” (s.52)

“Düşüncelerinde bu kadar yürekli olan bir adam, yaşamda niçin bu kadar korkak oluyordu?” (s.64)

“Yaşamla arasında bir alışveriş sürüyordu; yaşam bir yanda, kendisi öbür yanda; o yaşamdan daha kazançlı çıkkmaya çalışıyordu, yaşam da ondan. Bazen de (kendi kendine olduğu zamanlar) karşılıklı geçip anlaşma yolları ararlardı.” (s.81)

“İnsanın yalnız başına olunca, eşyadan, cansız şeylerden, ağaçlardan, ırmaklardan, çiçeklerden güç alması; onların kendisini belirttiklerini, kendisiyle bütünleştiklerini, kendisini bildiklerini, bir bakıma kendisi olduklarını duyması, kendine duyduğu akıl almaz sevecenliği onlara karşı da duyması -tüm bunlar ne kadar tuhaftı!” (s.86)

“Dünyanın yapamayacağı bir kötülük yoktu.” (s.86)

“Sanki sıradan şeylere karşı sağır, dilsiz ve kör olarak doğmuştu da, sade olağanüstü şeyler karşısında bir şahin gibi güçlü gözleri vardı.” (s.93)

“Neden böyle tüm varlığı, rüzgar önünde bir başak gibi yerlere kadar eğiliyordu?” (s.112)

“Arkadaşlık denen şeyin, en köklüsünün bile, bu kadar geçici oluşu onu şaşırtıyordu.” (s.116)

“Tıpkı bir midye kabuğu gibi kumsalda bir başına kalmıştı; içinden yaşamın çıkıp gittiği bu kabuğu artık kuru tuz tanecikleri dolduracaktı.” (s.173)

“Öyle anlar vardır ki, insan ne bir şey düşünebilir, ne bir şey hissedebilir. Peki ama, insan böyle hem düşünemiyor hem de hissedemiyorsa, nerededir acaba?” (s.240)

“Tüm bedeni, dışından sanki donmuştu ama içinde sonsuz bir hız, bir devinim vardı.” (s.249)

İnsan hem her zaman olduğu gibi, sandalyeyi yine bir sandalye, masayı yine bir masa olarak görsün istiyor, hem de bu şey kendini heyecanlandırsın, coştursun istiyor.” (s.250)

Virginia Woolf – Deniz Feneri
eklemiş Sera zaman: 10:00 AM 0 yorum
Labels: virginia woolf
Pazartesi, Ocak 18, 2010
Sonsuza Uzanan Köprü
“En gelişmiş insanlar, en yalnız olan onlar!” (s.12)

“Bir şeyi yaşamına katmak istiyorsan, zaten orada olduğunu düşün.” (s.19)

“Ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, başımıza gelenler, ne öğrenmemiz gerektiğini öğrenmemiz açısından gereklidirler.” (s.58)

“Herkesin içinde bir yerde üzerinde ‘benimle en fazla buraya kadar ileri gidebilirsin’ yazan demir bir plakayla sıra sıra çiviler vardır.” (s.60)

“Bir yazarın boş bir birinci sayfa ile ne yaptığını bilmek istiyordum. Onların sözcüklerini okuduğumda zihnime ve ruhuma ne yapıyorlardı? Beni seviyorlar mı, küçümsüyorlar mı, yoksa umursamıyorlar mıydı? Bazı yazarların kloroform, bazılarının da karanfil ve zencefil olduklarını saptadım.” (s.96)

“Yüzeye inandığımız için yüzeylerin bizler olmadığını unuturuz.” (s.121)

“Duyarsız insanlarla duyarlı bir bağlantı kurmanın yolu yok.” (s.132)

“Özgürlük mutluluk demekti.” (s.134)

“Yalnızlığın zıttı birliktelik değildir. Karşılıklı yakınlık ve anlayıştır.” (s.141)

“Bütün dillerde anlamı en çok bozulan sözcükler, Tanrı ve sevgidir.” (s.168)

“Hükümetlerin ileri görüşlülüğü hemen hemen sıfırdır ve ahnaklık, şiddet ve yıkıcılık kapasiteleri de hemen hemen sonsuzdur.” (s.253)

“Diğer benlerle tanışmak, düşlerden dünyalar yaratmak ve değişerek oralarda yaşamak.” (s.283)

“Ben senken bilmeyi dilediklerim. Bunları bir zamanki çocuk halimize bir verebilsek!” (s.285)

“Bir insanı çabucak anlamak istediğimde, kitaplığına bir göz atmak yeter.” (s.289)

“Eğer tüm dünya, bütün uzay-zaman bir düş ise, buradan ayrılmak istemiyoruz diye haykıracağımıza, niye başka bir yerde sakin ve mutlu olarak uyanmıyoruz?” (s.297)

“Bir başkasının yanıtlarını dinlediğimizde o kişiyi gerçekten dinlemiyoruzdur. Onlarla konuşurken kendimizi dinliyoruz; şurası doğru, şurası saçma, burası yine doğru diyen kendimizdir.” (s.307)

“Hepimizin kendi gizi, kendi serüveni var.” (s.315)

Richard Bach – Sonsuza Uzanan Köprü
eklemiş Sera zaman: 11:02 AM 2 yorum
Labels: richard bach
Cuma, Aralık 25, 2009
Ay ve Şenlik Ateşleri
“Belki bu insanlar da kendilerini otların üzerine bırakmak ve kurbağaların sesine uymak ve bir kadının boyu kadar bir toprağa sahip olmak ve orada gerçekten uyumak ve korkmamak istiyorlardı. Ve yine de büyük bir ülkeydi burası, herkese yetecek kadar şey vardı. Kadınlar vardı, toprak vardı, para vardı. Ama hiç kimse yeteri kadarına sahip değildi bunların, hiç kimse ne kadar şeyi olursa olsun bir an durmuyordu; ve tarlalar, bağlar ulusal parklar gibiydi, istasyonlarda görülenlere benzer çiçek tarhları, ya da kavrulmuş boş topraklar, dökme demirden dağlar. Burası insanın yerleşip de başını dinleyeceği ve başkalarına ‘İyi ya da kötü buradayım. Bırakın, iyi ya da kötü burada huzur içinde yaşayayım’ diyebileceği bir ülke değildi. Beni korkutan da buydu.”

Cesare Pavese – Ay ve Şenlik Ateşleri (Adam Yayınları)
eklemiş Sera zaman: 12:00 PM 0 yorum
Labels: cesare pavese
Pazar, Aralık 20, 2009
Dur Bir Mola Ver
“Sanatçının işlevi, hayatın sunmadıklarını sunmaktır.” (s.14)

“İçeriğe, bizleri etkileme, harekete geçirme becerisini veren şey üslup; içeriği umursamamızı sağlayan şey üslup.” (s.21)

“Garip şahıs diye bir şey yoktur. Sadece kimi insanlar diğerlerinden daha fazla anlaşılmayı gerektirir o kadar.” (s.20)

“Kendini egzotik biçimlerde hayal eden bir düşçüydü o; bir başka düzlemle, belki de başka bir zaman dilimiyle kendisi arasında köprü görevi gördüğünü düşündüğü hayaller kurardı.” (s.23)

“Rusya’da ne kadar komünizm varsa, Amerika’da da o kadar demokrasi var. Amerikan ve Rus devletleri birbirinin aynı: Ekonomik totalitarizm. Diğer bir deyişle, tüm soruların cevabı, tüm meselelerin çözümü insanları bedenen ve ruhen en mutlu ve sağlıklı kılacak şeyler tarafından değil, ekonomi tarafından belirlenmekte (…) Ekonomik büyüme doğruları hadım etse de, güzellikleri zehirleyip bir kıtayı bok yığınına çevirse de, tüm medeniyeti delirtse de.” (s.47)

“Bir arzunun öyle ahlaksız olduğunu ‘söylemek’ – ya da inanması daha da güç bir soyutlamaya başvurarak bir arzunun gerçeğe dönüştürülmesini kanuna aykırısaymak- o arzuyu ortadan kaldırmaz.” (s.70)

“Yuva yaptılar kalbinin bacalarına, yitirdiğin o kırlangıçlar.” (s.114)

“Kararsızlık tüyleri yarı yarıya yolunmuş bir albatros gibi asılıydı boynuna.” (s.146)

“Otoriter kişiler, iktidar manyaklar, katı dogmacılar.
İktidar hırsıyla yanıp tutuşan, kanunların ve diğer sağlıksız soyutlamaların müptelası olan ve yönetmek, önderlik etmek, sansürlemek, emretmek, ödüllendirmek, cezalandırmak arzusu taşıyan insanlar. Bu insanlar, kertenkele bokları gibi, sevmeyi bilmeyen, ölümden ve dolayısıyla yaşamdan ödleri kopan insanlar. Kaotik olan, kanun tanımayan, serbest hareket eden ve değişen her şeyden korkuyorlar. Doğadan korkuyorlar, hayatın kendisinden korkuyorlar, hayatı reddediyorlar ve böyle yaptıkları için de Tanrı’yı reddediyorlar.
Gezegeni sarmış en korkak ve en korkutucu memeliler; sevgisiz, anal saplantılı, iktidar manyağı otoriter insanlar. Akıllı, güzel ve özgür olan her şeyi mahvediyorlar.
Otorite, ruhun doğumla ölüm arasında maruz kaldığı en zarar verici travma.(…)
Eskiden beri süregelen o acıklı otorite -isyan döngüsünü devam ettirir; zaman zaman suç ya da delilik olarak addedilen faaliyetlere yol açar.” (s.189-190)

“Hayat birisinin içine şans kağıdını koymayı unuttuğu bir şans kurabiyesidir.” (s.225)

“Ancak öznelerinden güvenli biçimde uzak kanal yazarlar üçüncü şahıs motifini kullanabilir ya da tüm sözcüklerin en korkağı olan birinci çoğul şahsı -makalelerde geçen, debdebeli ve dolambaçlı biz’i.” (s.226)

Tom Robbins – Dur Bir Mola Ver(Another Roadside Attraction), Ayrıntı Yayınları
eklemiş Sera zaman: 11:43 AM 0 yorum
Labels: tom robbins
Perşembe, Aralık 17, 2009
Bin Hüzünlü Haz
“Sokak lambalarının yalnızlığını, depolarda uyuyan eşyaların sırnaşıklığını, insanların birçok şeye karşı gözü kapalılığını, şarkıların çaresizliğini, aşkların ciddiyetini ve çocukların saflığını dinliyorum.” (s.18)

“Çeşitli suçların işlendiği göz kamaştırıcı bir dünyadan başka bir dünyaya sessiz sedasız göçmüş gibi oluyorum. Hayatın akıl almaz derecede oyuna dönüştüğü, hayallerin sınırı aşıp aşıp gerçeklere karıştığı, yerini ne idüğü belirsiz kıpırtılarla uzun kuyruklu, güzel güzel yalanların doldurduğu ve her şeyin kelimelerle yaşatılıp kelimelerle öldürüldüğü, acayip ve soluk renkli bir dünyaya…” (s.18)

“Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara göz ucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor.” (s.34)

“Hayallerini elektrikli süpürgelerin gürültülerinde öğütüp öğütüp toz torbalarıyla birlikte her gün çöpe boşaltan donuk bakışlı kadınlar…” (s.51)

“Bütün gerçekler gibi gerçek dışı görünen gerçeklerimin derinliğinden, ne ruhumda dev yaralar açan günlük hayatın küçük küçük cinayetlerinden, ne korkularımdan, ne hayallerimden, ne de şehir denen o cehennemden…” (s.66)

“Bir yanım binlerce dala dönüşen zamanın parçalanmışlığından milyonlarca yaprak halinde kıpır kıpır sarkarken, bir yanımı alsın rüzgar, ta uzaklara savursun… Böylece parçalanmışlığım da parçalansın tekrar ve ben, sayısız noktalara saçılıp un ufak olan varlığımı, sayısız noktalardan, sayısız gölgelerle seyredeyim!” (s.74)

“Kendi çizgilerinin içinde uyuyakalmış gibi görünen ağaçların uzaklığına, insanların hayalgücünü harekete geçiren kıpırtıların yokluğuna ve bu yoklukla birlikte ortalıkta dolaşan sessizliğin oraya buraya takıldıkça yırtılıp parçalanan gevşekliğine bakılırsa, orman da tıpkı benim gibi, bu noktada oyalanıyordu sanki.” (s.84)

“…ya günlük hayatın tekdüzeliğini aksatmaktan korkarcasına hep aynı saatte işlerine güçlerine gidiyor, ya da fırsat buldukça bir köşeye çekilerek, kabarıp sönen gevşek bir et yığını halinde horul horul uyuyorlardı.” (s.86)

Hasan Ali Toptaş – Bin Hüzünlü Haz
eklemiş Sera zaman: 12:40 PM 2 yorum
Labels: hasan ali toptaş
Pazartesi, Aralık 14, 2009
Har
“Umutsuzluk seni hapseder, ama kurtuluş bulamazsın o zindanda.
Zayıfın sığınağıdır kelime, güçlünün cümlesinden alır intikamını mutlaka.”

“İhtiyarları anla, onları yabana atma.
Bütün hastalıkları, gencin zalim sağlığından yeğdir zira”

“Çalış ama işe bağlanma.
Çalışmaktır tüm hazları öldüren.”

“Ben diyenin zulmü,
 
Forum » Maariflənmə » Dil-Ədəbiyyat » Romanlardan Alıntılar
  • Page 1 of 1
  • 1
Search:

Copyright MyCorp © 2024 | Create a free website with uCoz